SOĞUK SAVAŞ
Soğuk Savaş; dönemin iki süper gücü olan Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği arasında geçen, Truman Doktrini’nin yayınlanması ile başlayıp SSCB’nin dağılmasıyla son bulduğu kabul edilen askeri ve siyasi gerginlik durumu olarak ifade edilir. Derhal silaha başvurulan sıcak savaşların aksine Soğuk Savaş’ta, taraflar birbirlerine herhangi bir fiili saldırıda bulunmamıştır. Ancak bu Soğuk Savaş’ın toplum ve dünya düzeni üzerindeki etkilerinin hafife alınması gerektiği anlamına gelmez. ABD’nin önderliğinde toplanan ülkelerin oluşturduğu Batı Bloğu ve SSCB’nin önderliğinde toplanan ülkelerin oluşturduğu Doğu Bloğu, bu iki süper güç arasındaki politik ve askeri gerilimden fazlasıyla etkilenmiş ve bu da günümüz dünya düzeninin temelini atacak olan birçok olayın meydana gelmesine neden olmuştur. Peki Soğuk Savaşı başlatan, ABD ve SSCB’nin arasının gerilmesine neden olan şey neydi? Haydi beraber hızlıca dönemin şartlarını inceleyelim.
İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Avrupa ülkeleri, özellikle İngiltere ve Fransa, Dünya siyasetinde güçlü bir konuma sahiplerdi. İtilaf devletlerinin Birinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkmaları, İngiltere ve Fransa’nın dünya siyasetinde güçlü bir konuma erişmesine vesile olmuştu. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nda işler böyle gitmedi. Nazi Almanya’sı ve Mussolini İtalya’sı, Avrupa’nın inanılmaz kayıplar vermesine neden oldu. İngiltere ve Fransa savaş sırasında hem politik hem askeri olarak çok güçsüz düştüler. Almanya ve İtalya tarafından işgal edilen ülkeler ise zaten perişan durumdaydılar. Bir süreliğine, savaşı Hitler ve Mussolini kazanacak gibi görünüyordu. Avrupa’da dengeler tamamen değişmiş ve kaos ortamı hakimiyeti altına almıştı. 1941’de ABD ve SSCB’nin savaşa girmesiyle dengeler yeniden değişti. Bu iki devletin büyük katkılarıyla Hitler ve Mussolini yenilgiye uğratıldı. ABD ve SSCB’nin de desteğiyle İngiltere ve Fransa savaştan galip çıkmış oldu. Ancak bu galibiyetin bedeli çok ağır olmuştu. İki ülke de hem ekonomik hem askeri açıdan berbat durumdaydı. Bir bakıma tüm Avrupa ülkeleri öyleydi. Bu da Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bir güç merkezi olarak dünya politika sahnesinden çekilmesine neden oldu. Hitler ve Mussolini’yi yenen İngiltere veya Fransa değil, ABD ve SSCB idi. Böylece dünya siyasetine iki kutuplu bir denge hakim olmaya başlamıştır. Tarih boyunca iki kutuplu denge, iki güçlü devlet bu devletler etrafında toplanan küçün devletleri gerektirmiştir. Bazen bu denge zaman içinde genişleyerek yerini çok kutuplu dengeye bırakabilir ve tarih boyunca da bunun bazı örneklerine rastlarız. Çok kutupluluğun en bilinen örneklerinden biri 1648 yılında imzalanan Westphalia Antlaşması ile başlayan ve Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasına kadar süren İngiltere, Rusya, Fransa, Almanya ve Avusturya arasındaki politik rekabettir. Soğuk Savaş ise iki kutupluluğun en bilinen örneğidir.
Tabii bu iki kutuplu denge, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra birden bire oluşmadı ya da ABD ve SSCB savaşın ardından hemen birbirlerine sırtlarını dönmediler. Yirminci yüzyıl tarihinin en önemli özelliklerinden biri de uluslararası örgütlenmenin öneminin anlaşılmış ve uygulamasının yaygınlaştırılmış olmasıydı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da bu doğrultuda “Birleşmiş Milletler” kuruldu. Birinci Dünya Savaşı sonucunda kurulan ve başarısız olan Milletler Cemiyetinden sonra ikinci uluslararası örgütlenme çalışması olan Birleşmiş Milletler (BM); Milletler Cemiyetinden daha karmaşık bir anayasal yapıya, daha fazla üyeye ve daha büyük bir bütçeye sahipti. BM’nin kuruluşunda Asya ve Afrika devletlerinin temsili, daha birçoğu bağımsızlığını kazanamamış olduğu için sınırlı olsa da, temelde bir Avrupa örgütü olan Milletler Cemiyeti’nden çok daha kapsamlıydı. Sonunda BM, dönemin beş büyük devleti olan ABD, SSCB, FRansa, İngiltere ve Çin’in üstünlüklerine dayandırıldı. Çünkü Milletler Cemiyeti’nden alınan ders şunu göstermişti ki eğer uluslararası barış ve güvenlik sağlanacaksa, bu ancak beş büyük devlet arasındakş görüş birliği ile gerçekleşecekti. Geçmiş tecrübeler kurulacak en kusursuz uluslararası örgütün bile güçlü üyeler karşısında yapısını koruyamayacağı anlaşılmıştı. Eleştirilebilecek birçok yönü olmasına rağmen BM, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan uluslararası gerginliklerin yumuşatılmasına yardımcı olmuştur. Ancak BM de, on varlık veren güçlü devletler arasındaki iki kutupluluktan etkilenmiştir ve Soğuk Savaş’ın etkilerinden hâlâ kurtulabilmiş değildir. Dolayısıyla bu kuruluş, yıllar boyunca karşıt kutuplardaki devletletin biribirlerini suçlamalarına ve ideolojik çatışmalarına sahne olmuştur.
ABD ve SSCB her ne kadar savaşta ve BM’de aynı tarafta gibi görünseler de ne savaş sırasında eşgüdümlü bir askeri planlamaya ne de Avrupa’nın geleceği konusunda benzer görüşlere sahiplerdi. Özellikle savaştan sonra Almanya’dan kurtarılan topraklarla ne yapılacağı konusunda bir türlü görüş birliğine varılamıyordu. Sovyetler kara savaşında çektikleri yükün karşılığı olarak Doğu Avrupa’yı işgal edip isteklerini buraya dayatmayı kendine hak olarak görüyordu. Bu gibi görüş ayrılıkları savaş sırasında Almanya’yı yenmek uğruna göz ardı edilmiş olsa da, savaşın sonlarına doğru Almanya’dan kurtarılan topraklar üzerinde nasıl bir denetim ve yönetim kurulacağı sorusu ile saklanamayacak veya görmezden gelinemeyecek kadar belirginleşti. SSCB, düşmanla ilgili yapılacak görüşmelerden dışlanma endişesi duymaya başladı ki bu korkusunda biraz haklıydı. Örneğin 1943’te İtalya ile yapılan görüşmelerin dışında tutulmuşlardı. Sovyetler de 1945’te Macaristan, Romanya ve Bulgaristan ile bir görüşme yapıp Batılıları yönetimde söz sahibi kılmadı.
Bunun gibi büyük küçük anlaşmazlıklar, ABD ve SSCB arasındaki ideolojik farklılık (komünizm ve kapitalizm), füze krizleri, siyasetçilerin olaylara yanlış yaklaşımı ve daha nicesi yıllarca SSCB ve ABD’nin arasının gergin olmasına neden oldu. Bu konu ilginizi çektiyse dönemi daha derinden inceleyen bir yazı serisi haline getirmeye ne dersiniz?
Havin Jiyan Fidan