DİNİ KAPSAYICILIK - FURKAN BAYDAN

DİNİ KAPSAYICILIK - FURKAN BAYDAN


DİNİ KAPSAYICILIK

 Bir önceki yazımızda dini çeşitlilik problemine sunulan çözüm önerilerinden birine, dini çoğulculuğa, değinmiştik. Bu yazımızda ise dini çeşitlilik problemine sunulan çözüm önerilerinden bir diğerini, dini kapsayıcılığı, ele alacağız. 18. yüzyıl Aydınlanma düşüncesiyle, mutlak hakikate ilişkin algılarda değişiklik yaşanmıştır. Hakikatin mutlak olmasından ziyade dinamik bir yapıda olduğuna, zaman ve mekana bağlı değişikliklerden bağımsız olmadığına yönelik bir anlayış gelişmiştir. Dini anlamda ise dışlayıcılık ve çoğulculuk paradigmalarının eksik yönlerini kapatma çabası, kapsayıcılık fikrinin tartışılmasına sebebiyet vermiştir.

  Kapsayıcılık; din merkezli anlayıştan, tanrı merkezli anlayışa geçme arzusundaki çoğulculuk ve kurtuluşun tek bir dinin müntesibi olmakla gerçekleşeceğini benimseyen dışlayıcılık arasında orta bir görüş vaziyetinde sayılabilir. Bu bağlamda kapsayıcılık, her iki paradigmadan da izler barındırsa da iki paradigmanın da eksikliklerini tamamlamaya yönelik bir girişim olarak değerlendirilebilir. Kurtuluşun tek bir dinin mensuplarına özgü kılınmasını reddetmesi ile çoğulcu anlayışa, kurtuluş için diğer yollardan daha özel ve biricik bir yol olması gerektiğini kabul etmesi ile de dışlayıcılığa benzer. Kapsayıcılığın da felsefe literatüründe tartışılması pek eskiye dayanmasa da kimi teologların ve düşünürlerin, hatta dini otoritelerin eserlerinde ve sözlerinde kapsayıcı anlayıştan izler görmek mümkündür.

  Kapsayıcılığın tarihsel serüvenini ele almadan kapsayıcılığa dair bir tanım geliştirmek gerekirse; en genel anlamda kapsayıcılık, belirli bir dinin öğretilerinin esas olduğunu kabul edip kurtuluşun bu dinin öğretileri çerçevesinde gerçekleşeceğini ancak Tanrı’nın lütfunun ve merhametinin her şeyi kuşatmış olduğunu ve dolayısıyla Tanrı’nın diğer dinler aracılığıyla da kurtuluş bahşedeceğini savunan pozisyondur. Belirli bir dinin inançları hak ve nihai olarak geçerli olmakla birlikte, başka dinlerde de hakikatten eserler bulunabileceği kabul edilmektedir. İnsanlar resmen hak dinin müntesibi olmasalar dahi, onların da hak dinin kurtuluş için ortaya koyduğu miyara uygun bir hayat yaşadıkları için kurtuluşa erebilecekleri iddia edilir. Kapsayıcılık, çoğulcuların dışlayıcılara yönelttiği pek çok eleştiriden de sıyrılır. Misalen bahsi geçen eleştirilerden belki de en önemlileri olan ‘’ilahi rahmetin belirli bir cemaate mahsus kılınması’’ ve ‘’insanların içinde yaşadıkları toplumun dinine tabi olması’’ gibi eleştiriler, kapsayıcılık açısından herhangi bir sorun teşkil etmez. Her ne kadar muayyen bir dinin mutlak doğru oluşu kabul edilse de, diğer dinler de hakikatten kimi izleri muhtevasında barındırır. Diğer dinler, hak dinde açık ve seçik biçimde tezahür etmiş hakikatleri kısmen de olsa barındırabilme potansiyeline sahiptir. Kısacası hak dinin müntesiplerinin yanı sıra başka inançta olmasına rağmen hak dinin miyarına katiyen ters düşmeyen kimselerin de kurtuluşa erişebileceğini savunur.

 Böylesi hoşgörü temalı bir tezi 2000 sene öncesine kadar dayandıranlar vardır. Yeni Ahit’te geçen İsa’nın öğütlerini kapsayıcı biçimde anlamak da mümkündür. Örnek vermek gerekirse, Matta 5:17’de geçen ‘’Sanmayın ki ben, Kutsal Yasa’yı ya da diğer peygamberlerin sözlerini geçersiz kılmaya geldim. Ben geçersiz kılmaya değil, tamamlamaya geldim’’ sözleri bu kabildendir. Zikredilen ayette diğer peygamberlerin yolundan giden kimselere dışlayıcı bir tavırdan ziyade kucaklayıcı bir tavır ile yaklaşıılmıştır. Hiç şüphesiz ki bu ibareler, her peygamberin mesajının özünde bir olduğu fikrinin bir yansımasıdır. Peygamberlerin ortak bir gayede olduğu fikri de aynı şekilde kapsayıcı-çoğulcu çizgidedir.

 Günümüz Hristiyanlığın en büyük mimarı Pavlus’un sözlerinde de kapsayıcılık benzeri bir çizgiye rastlarız. Elçilerin İşleri bölümünde geçen bir olayda Pavlus, Atina ziyareti esnasında Yunanları dindar bulduğunu ve üzerinde ‘’Meçhul Tanrı’ya’’ yazan bir sunağı gördüğünü belirtir. Elbette bunlar modern dünyadaki manasıyla bir kapsayıcılık fikri değildir, ama dini kapsayıcı paradigma ile ihmal edilmemesi gereken paralellikler taşır. Hristiyanlığın otoritelerinin kapsayıcılık görüşüne yakın sözler zikretmesi göz önünde bulundurulduğunda sonraki dönemlerde de Hristiyanlarda benzer ifadelerin yer alması hiç de şaşırtıcı gözükmemektedir. Iranaues, Origenes, Martyr Justin, İskenderiyeli Clement gibi önemli teologlar ile de beraber anılan kapsayıcılık, modern dönemde Rahner, Pinnock, D’costa gibi isimlerle sistematik bir hale bürünmüştür. Görüldüğü üzere kapsayıcı yaklaşımlar Hristiyan dünyada tezahür edebiliyordu, ancak resmi bir kapsayıcı zemin ilk olarak 1959’da başlamış II. Vatikan Konsili ile belirgin hale gelmiştir. Kilisenin öğretilerinin modern döneme ve çağın gereklerine uyarlanması ihtiyacı ile yapılmış bu konsil, şimdiye dek ‘’Kiliseden başka kurtuluş yolu yoktur’’ sözü ile özetlenebilecek kilisenin dışlayıcı algısını baştan aşağı değiştirmiştir. Protestanlık gibi reformcu mezhepler çağın gerektirdiklerine daha müsait olsa da bilindiği üzere Katolik Kilisesi katı bir dışlayıcılığa sahipti. Hristiyanlıktaki dışlayıcı algı, Aristoteles’in mantığının en temel ilkelerinden olan ‘’bir şeyin aynı şekilde ve aynı zamanda hem doğru hem yanlış olamayacağı’’ prensibinden hareketle bir şeyin hem hakikat, hem de hakikat olmayan olamayacağı düşüncesini temel almaktaydı. Buna göre hakikat, hakikat olmayan değildir. Bu bağlamda Hristiyan teologlar da Hristiyanlığın doğru olması durumunda, Hristiyanlıkla çelişen herhangi bir öğretinin doğru olamayacağı kanısını ileri sürüyorlardı. Ancak bu anlayışın post-modern dünyanın sorunlarına bir çözüm olmaktan ziyade bu sorunlara sebebiyet verdiği oldukça açık durmaktadır. Konsil, Tanrı’nın geniş iyiliğinin, merhametinin ve kurtarma planının bütün insanlığa yönelik olduğu gibi anlayışlara zemin hazırlamaktaydı ve konsil sonrası Hristiyan dünyasında dışlayıcı paradigma hızla terk edilmeye başlamıştır. Konsilde ve konsil sonrasında yayınlanan bildirilerde açıkça belirtilen fikir ‘’Diğer dini ve ahlaki öğretiler Kilisenin savunduğu birçok temel prensiple pek çok yönden farklılık gösterebilir. Fakat hiçbiri tüm insanların ışığı olan ‘doğru’nun ihtişamını daha az yansıtmaz. Fakat Kilise, İsa’nın ‘’yol, doğru ve yaşam’’ olduğunu ifade etmekle yükümlüdür. İnsanlar onda dini yaşamlarının mükemmeliğini bulur ve bulacaktır’’ sözleri ile özetlenebilir niteliktedir. Bildiriler açık bir şekilde Hristiyan dünyanın diğer dinlere daha pozitif yaklaşmasına zemin hazırlamıştır. Konsil ile birlikte kapsayıcı eğilimlerde artışlar gözle görülür hale gelmiştir. Rahner gibi konsilin mimarı sayılan teologlar ile kapsayıcılık sistematik bir noktaya varmıştır. Rahner'ın düşünceleri, konsili ve dolayısıyla Hristiyan dünyanın "öteki" ile ilişkisini şekillendiren büyük etmenlerdendir. II. Vatikan Konsili, "kendisinden kaynaklanmayan bir sebeple dinin mesajına erişememiş kimsenin (dinin gayesine uygun bir yaşam sürdürmesi koşuluyla) kurtuluş açısından herhangi bir Hristiyan kimse ile eşit konumda olduğu ve her dinin ortak bir hakikatten beslendiği" gibi düşünceleri net bir şekilde ortaya koymuştur, bu bağlamda Rahner'ın ismi direkt zikredilmese de Rahner'ın görüşlerinin konsilin adeta mimarı olduğu bariz bir gerçek gibi görünmektedir. Rahner, diğer dinlerle ilgili dört tez öne sürmüştür:

1-) Hristiyanlık kendisini diğer dinlerle eşit görmemelidir.

2-) Hristiyanlık dışındaki dinler tamamen boş ve yararsız değildir.

3-) Hristiyan olduğunu açıkça ifade etmeyen kimseler gayri-Hristiyan olarak görülmemelidir, bunlar için "Hristiyanlıklarından haberdar olmayan Hristiyanlar" ifadesi daha uygundur.

4-) Hristiyanlar, 3. tezde belirtilen kimseleri misyonerlik yapmaktan vazgeçmemeli ve onların Hristiyanlıklarını fark ettirmek için uğraşmalıdır.

 Bu dört tezin genel bir ifadesi olan "Anonim Hristiyanlık Teorisi", kapsayıcı bir anlayışı öngörmekle beraber tanrısal lütfun evrensel olduğu iddiasındadır. Hristiyanlık hak din olsa dahi, Hristiyanlık'ın öğretilerine bilmesine rağmen kati suretle karşı çıkmayan kimselerin Hristiyanlık'tan tamamen bağımsız değerlendirilmesi hatalıdır. Tanrı'nın tüm insanları kurtuluşa erdirme isteği vardır ve rahmetini bir cemaate mahsus kılmaz. Tanrı rahmeti esirgemeyen bir varlık olmakla birlikte evrensel bir lütuf sunmuştur. Kişi, Tanrı tarafından yaratıldığını idrak edip bu inancı rehberliğinde yaşamına devam ederse adı konulmamış/anonim Hristiyan ifadesine layıktır. Kendisi dil ile Hristiyan olduğunu ikrar etmese de, bunun farkında olmasa da İsa Mesih'in inayetine dahil olmuştur. Rahner'ın görüşlerin yeni değildir, keza pek çok kilise babasında benzer ifadeler kendisine yer bulmuştur. Ancak bahsi geçen görüşleri, bütünsel bir biçimde "anonim Hristiyan" terimi ile bir teori vasfına sokan büyük teolog Rahner'dır. Küng, D'Costa, Pinnock gibi ilahiyatçılar da kapsayıcılığı geliştirse de hiçbirinin etkisi Rahner kadar büyük olamamıştır.

 Görüldüğü üzere İlkçağ, Ortaçağ ve modern çağ Hristiyan dünyasında kapsayıcılık dile getirilmiştir, dışlayıcı yaklaşım hakim olsa dahi kapsayıcı yaklaşımın kapladığı yer göz ardı edilemeyecek ölçüdedir. Ancak kapsayıcılık Hristiyan dünyasına özgü bir anlayış değildir. Kapsayıcılık, kendisine İslam geleneğinde de yer bulmuş bir görüştür. Kelam ilmi altında yürütülen faaliyetler esnasında meydana gelen tartışmalarda kapsayıcı izlere rastlamamız olağan ve mümkündür. "Allah'ın vahyinin ulaşmadığı kimse sorumlu mudur, sorumlu ise nelerden sorumludur" problemine verilmiş yanıtların bir kısmı, kapsayıcı paradigmayı ima eder niteliktedir. Bu noktada vahyin ulaşmadığı kimsenin mükellef olmadığını iddia edecek kadar ileriye giden şahıslar da mevcuttur. Bu kimsenin Allah'ı tanımak ve iyi amel etmekten sorumlu olduğunu, ancak vahiyde emredilmiş ve aklın tek başına erişemeyeceği amel ve inançlardan sorumlu olmadığı iddiası da tartışmalar neticesinde varılan sonuçlar arasındadır.

 Her ne kadar bahsettiğimiz yaklaşımların savunulmasındaki amaç çağdaş dönemde anladığımız anlamıyla kapsayıcı bir savı öne sürmek olmasa da, kelam geleneği içerisinde göz ardı edilemeyecek bu görüşler ile kapsayıcı savın arasında kimi ortaklık ve benzerliklerin bulunduğu aşikardır. Örneğin vahyin tam manasıyla ulaşmadığı kimselerin belirli yükümlülüklerden sorumlu olmadığı iddiası, örtük bir biçimde "İslam coğrafyasına uzak bir coğrafyada yaşayan ve Allah'a inanıp iyi ameller eden" bir kimsenin de kurtuluşa erebileceğini söyler. Ki bu da açık bir biçimde kapsayıcı tez ile büyük oranda benzerlikler taşır. Keza kimi ayetlerde de diğer dinlere mensup bireylerin de kurtuluşa edebileceği belirtilmiştir. (Bakara 62, Maide 69) Dışlayıcı görüşteki yorumcular; bu ayetlerin Hz. Muhammed öncesi yaşayan kimi Hristiyan, Yahudi ve Sabiilere yönelik olduğunu ya da ayetlerin belirli bir cemaat için geçerli olduğu gibi yorumlar geliştirse de çağdaş müfessirlerden Fazlurrahman (kendisine bu yazıda uzunca değineceğiz) gibi ilim adamları tüm bu yorumları "zorlama" olarak değerlendirir. Ortaçağ'da kapsayıcılığı andıracak çizgilerin izini sürmeye devam edersek bir diğer değinilmesi gereken isim hiç şüphesiz İmam Gazali'dir. İslam tarihine bakılınca pek çok disiplinde (felsefe, kelam, tasavvuf başta olmak üzere) oldukça kritik bir önem ve değere sahip olan Gazali de "birbirlerinden farklı şartlara sahip insanların aynı şekilde değerlendirilemeyeceği" savından hareketle, İslam'ı kurtuluşun merkezine koymakla beraber diğer dinlere mensup insanları tamamen dışlamayan bir algı geliştirmiştir. İman ve küfür'e dair meseleleri ele aldığı eseri Faysalü't Tefrika beyne'l İslam ve'z-Zendeka'da İslam çağrısının ulaşmadığı kimselere yönelik yargılarında Allah'ın rahmetini vurgulamaktan çekinmez. Bu eserde yazar, Hz. Muhammed'in peygamberliğinden ve mucizelerinden haberdar olan kimsenin sorumlu olduğunu yinelemekten kaçınmaz. Ancak Müslümanların olduğu bölgelere uzak yaşayan, peygamberin ve onun mucizelerin haberini henüz işitmemiş kimselerin Hz. Muhammed'in peygamberliğini tasdik etme noktasında sorumlu olmadıklarını ifade eder. Belirtilen iki tiplemenin ortasında bir konumda bulunan, Hz. Muhammed'in ismini duymuş lakin vasıf ve sıfatlarından bihaber kimseler ise tıpkı peygamberi işitmemiş kimseler gibidir. Gazali, bizim çocuklarımızın "Mukaffa" adında bir yalancının peygamberlik iddia ettiğini duyduklarını söyler. Onların da çocukluğundan beri Muhammed adlı bir yalancının peygamberlik iddia ettiğini duymuşlardır. Ancak bu durum da kişiyi araştırmaya sevk etmez. Ayrıca Gazali, Allah'a ve ötedünya'ya inancı olan kimselerin peygamberi işittikleri vakit araştırmaları gerektiğini vurgular. Fakat bu araştırması sonuç bulmadan araştıran kimse ölür ise sorumlu değildir ve Allah'ın rahmetine kavuşması beklenir. Gazali'nin İslam tarihindeki büyük rolü göz önünde bulundurularak bir değerlendirme yapacak olursak, İslam dünyasının da kapsayıcılığa hiç yabancı olmadığı anlaşılır. İslam dünyasında kapsayıcılık, Gazali ile sınırlı değildir. Türkiye'nin en yaygın itikadi mezhebi olan Maturidiliğin kurucusu ve öncüsü İmam Maturidi'de de kapsayıcı eğilimler görülür. Maturidi, dinlerin özünün aynı olup tevhid ilkesine dayandığını ileri sürer. Tevhid inancı, dinlerin değişmeyen özüdür. Şeriatlar ise farklı peygamberlerin döneminde farklı biçimde tezahür edebilen yönüdür. Bu görüşlerini Maturidi, su örneği ile anlatır. Gökten aslı ve özü itibariyle aynı su indiği halde, toprağın farklı renk ve bileşime sahip olmasından ve farklı konumda bulunmasından dolayı su yere indikten sonra renk ve tat bakımından değişir. Kimi yerde sel, kimi yerde bulanık akar. Dinler açısından da bu durum farklı değildir. Daha yalın bir ifadeyle; insanda fıtraten bulunan ve ayrıca vahiy yoluyla da bildirilip desteklenen, bir başka deyişle, Allah’tan gelen din bir tane olduğu halde, insanların farklı dinlere, farklı mezhep ve şeriatlara sahip olması, onların toplumsal ve kültürel farklılıklarından kaynaklanmaktadır. Semavi dinler arasında bir devamlılık ve birikim ilişkisi bulunduğu iddiasındaki Maturidi, Kur'an'ın mesajının diğer dinlerin tahrif olmamış hali ile uyum içerisinde olduğunu belirtir. Hasılı, Maturidi'nin İslam öncesi gelenekleri içeren bir kapsayıcılık geliştirdiğini söylemek pek de yanlış gözükmemektedir. İslam geleneği içerisinde kapsayıcı düşünce ilerleyen yıllarda devam etse de, bunların tamamına yer vermemiz bu yazı açısından mümkün değildir. Ancak kapsayıcılık için büyük önem arz eden kimselerden bahsetmeden de konunun anlaşılması beklenemez.

 O halde rahatlıkla söyleyebiliriz ki, modern dönemde İslam çatısı altında kapsayıcılığın belki de en büyük temsilcisi olan Fazlurrahman'a değinmemek büyük bir hata olurdu. Fazlurrahman, Kur'an'dan ayetleri örnek göstererek dinlerin aynı ilahi kaynaktan geldiğini defalarca vurgular. Farklı kavimlere, farklı yerlerde ve farklı zamanlarda Allah'ın mesajını iletmekle yükümlü peygamberler gönderilmiştir Bu mesajlarda kaynak ve öğreti bakımından ayniyet mevcuttur. Fazlurrahman, Kur'an'da Yahudilere yöneltilmiş kimi eleştirilerin de göz önünde bulundurulması gerektiği konusunda ısrarcıdır. Yahudilerin, kendilerinin seçilmiş olduğu ve sonsuza dek cennette kalacağı iddialarını Kur'an'ın sert bir şekilde eleştirdiği malumdur. Müslümanların, cennetin kendilerinin tekelinde olduğu iddiası da bu iddiadan farksız gözükmektedir. Ayrıca Kur'an, kimi ayetlerde başka dinlerin mensupları arasında da iyi ameller işleyen kimselerin bulunduğuna parmak basar. Bu ayetler çerçevesinde Fazlurrahman, insanların doğru yolu bulmasının ve bununla ilişkili olarak kurtuluşa ermesinin bir dini cemaate mensup olması ile bağlantılı olmadığını söyler. Fazlurrahman, Bakara suresinde üstünde durulan "iyi amel işleyip, Allah'a ve ahirete iman eden kimselerin başka dini cemaatlere mensup olsa dahi kurtuluşa ereceği" gibi öğretilerin tarih boyunca zorlama yorumlar ile örtbas edildiğini ileri sürer. Ayetin açık anlamından sapıp zorlama yorumlar adına boş uğraşlardan yakınan Fazlurrahman, "kim iyi işler yaparak kendini Allah'a teslim ederse onun mükafatı Allah katındadır" ayetini misal vererek kurtuluş şartının Allah'a teslim olup iyi ameller yapmak olduğunu yineler. Fazlurrahman'a göre, geleneksel algının dışlayıcı tutumu -tıpkı Yahudilerin yaptığı gibi- İslam'ı millileştirme çabasından başka bir şey değildir. Geleneksel İslam inancına sahip kimseler tarafından adeta düşman bellenen Fazlurrahman, sık sık ağır ithamlarla suçlanır. Ancak söz konusu kapsayıcı İslam ise Fazlurrahman'ın görüşlerinin göz ardı edilmesi imkansızdır. Kapsayıcı İslam'ın modern dönemdeki bir diğer savunuru ise pek de yabancı olmadığımız bir isim olan Süleyman Ateş'tir. 1989 senesinde İslami Araştırmalar Dergisi bünyesinde yayınladığı "Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir" adlı makalesi ile çok ses getirmiş Süleyman Ateş, son dönem Türk düşüncesindeki kapsayıcı eğilimlerin başını çekmektedir. Ateş; sıklıkla Kur'an'daki Allah'ın yalnızca belirli bir zümrenin değil, bütün alemlerin Rabbi olduğunu ifade eder. Allah'ın rahmeti de, bütün yaratıklar için geçerli olmakla beraber belirli bir zümreye has değildir. Bütün peygamberlerin ortak mesajı, yalnızca Allah'a yapmak ve salih amel işlemektir. Bu anlamda hepsi İslam'dır. Kur'an'da Allah'ın elçileri arasında ayrım yapılmamasının gerekliliği ve peygamberlerin mesajının özü itibariyle aynı olduğu buyurulmuştur. Hatta Kur'an'da İsa'ya tabi olan havariler de Müslüman diye nitelendirilmiştir.

 Bazı Müslümanlar -Yahudilerin ve Hristiyanların daha önce de yaptığı gibi- cenneti kendi tekellerine alma çabasındadır. Bu çaba Kur'an'da defalarca eleştirilmiş bir çaba olup beyhudedir. Allah'ın rahmetinin sınırlanması hiçbir inananın haddine olmayıp Kur'an'ın bizzat kendisinin de söylediği üzere peygamber tamamlamaya ve tasdik etmeye gelmiştir. Başka dinler de geçerliliğini korumaya devam eder, ve bu dinlerin müntesipleri de Kur'an'da geçen şartlar çerçevesinde kurtuluşa erebilir. Süleyman Ateş, Reşid Rıza ve Muhammed Abduh gibi alimlerin görüşlerini de zikreder. Muhammed Abduh, diğer dinlerin bir ölçüde tahrif olduğunu kabul etse de henüz diğer din mensuplarının, dinlerinin özünü yok etmediğini söyler. Bu durumda onların da dinlerinin özüne bağlı kalmak kaydıyla kurtuluşa etmelerinde herhangi bir sakınca yoktur. Reşid Rıza da benzer bir şekilde, peygamberin çağrısını tam anlamıyla duymuş ve onu anlamış olan ilahi din mensuplarının kendi peygamberlerinin açıkladığı doğru biçimiyle Allah’a ve ahirete inanması ve salih ameller işlemesi şartıyla kurtuluşa kavuşabileceklerini öne sürer. Ateş, daha da ileri giderek Kur'an'ın Ehl-i Kitab'a dinlerini tamamen bırakması çağrısında bulunmadığını söyler. Kur'an'ın çağrısı, şirke bulaşması muhtemel inançlarını bırakmasıdır. Kur'an aşırı davranışlarıyla dinlerine zarar veren Ehl-i Kitab'ın kimi mensuplarına oldukça sert eleştiriler yöneltse dahi, her Ehl-i Kitab'ın aynı değerlendirilemeyeceğini de söyler. Bu bağlamda, diğer din mensuplarının dinlerini tamamiyle terk etmesi gerekli değildir. Ancak onlar aşırılıktan kaçmak ve Allah'ın birliğine zarar verecek inanç ve davranışlardan sakınmaktan mükelleftir. Görüldüğü üzere, kapsayıcılık da günümüz siyasi-dini problemlerine çözüm olacak bir paradigma sunar. Kapsayıcılık tarihte de bu yaklaşım ile tartışmalara konu olmuştur, dindar kimselerin "öteki"ne karşı farklı bir pencereden bakmasını sağlamıştır. Çoğulculuk ve dışlayıcılık görüşlerinin eksikliklerine yanıt iddiasında olan kapsayıcılık, çoğulculuk kadar ileri gitmese de dışlayıcılık kadar da "öteki"ni varsaymama eğiliminde değildir.

Furkan Baydan

Yorum Gönder

Daha yeni Daha eski