DİNİ ÇOĞULCULUK - FURKAN BAYDAN

DİNİ ÇOĞULCULUK - FURKAN BAYDAN

 




DİNİ ÇEŞİTLİLİK PROBLEMİNE BİR ÇÖZÜM ÖNERİSİ OLARAK DİNİ ÇOĞULCULUK

Çağdaş din felsefesinde önemli bir yer tutan dini çeşitlilik problemine karşın çözüm iddiasında bulunan görüşler, genellikle ''dışlayıcılık, kapsayıcılık ve çoğulculuk'' olmak üzere üçe ayrılır. Bu yazımızda ele alacağımız görüş ise, toplumdaki genel kanının aksine kurtuluşun belirli bir dinin mensuplarına özgü olmadığı iddiasındaki çoğulcu anlayıştır. Kurtuluş için bir din esas konumda ise; bu durumda hangi dini esas alırsak alalım, karşımıza çıkan sonuç kurtuluşa erecek olan kimselerin dünya nüfusuna nazaran azınlık durumda olduğudur. Kurtuluşa eren insanların azınlık olması ise kurtuluş'un ne'liğini ve var olup olmadığını, yahut daha genel bir ifade ile kurtuluş'un yaratıcısının (Tanrı'nın) merhametini sorgulamaya yol açmaktadır. Tarihsel olarak izini süremeyeceğimiz kadar eski olan dini çeşitlilik vakıasının temel hareket noktası da bahsi geçen sorgulamadır. 20. yüzyılın başlarından itibaren kendine din felsefesi literatüründe yer bulmuş bir problem olarak dini çeşitlilik, dini doktrinler arasında ciddi farklılıklar bulunduğunu dikkate alarak niçin bu denli bir çokluğun olduğuna ve sayısı 4000'i aşan dinler arasında yalnız bir tanesinin hak olarak görülüp diğerlerinin batıl olduğu iddiasını sürdürmenin teolojik ve ahlaki açıdan ne kadar meşru olduğuna yönelik soruları esas alarak din kavramını yeniden değerlendirmeye sebebiyet vermektedir. Bu bağlamda dini çeşitlilik problemi, doğruluğun ve kurtuluşun belirli bir din ile onun mensuplarına has olduğu iddiasının Tanrı'nın adaleti ve merhameti ile uyuşmayacağına odaklanarak ilerler.

 Dini çeşitliliğe teolojik-epistemolojik olarak bakacak olursak bu problemin bizi götüreceği nihai bir seçenek mevcut değildir. Zira dini çeşitliliği agnostisizm, ateizm, teizm gibi görüşler adına temel sayan düşünürler vardır. Problemimiz, niçin bir din'in hak olması gerekirken geri kalan insanların o din'e mensup olmadığı sorusu çerçevesinde yorumlanarak ateizm'e götüren bir problem olarak dahi lanse edilir. Misalen ateist görüşteki filozoflardan Garner, dini çeşitlilik problemi hakkındaki yazısında iddialı ifadeler kullanarak şu pasajı bizlere sunuyor: ''Eğer (her şeye gücü yeten ve mutlak iyi bir Varlık olarak) Tanrı var ise, bu kadar çok dinin var olması oldukça şaşırtıcı ve beklenmediktir. Fakat eğer Tanrı yoksa, bu kadar çok dinin var olmasının şaşırtıcı hiçbir tarafı olmaz. Görmeyi beklediğimiz şey de tam olarak budur. İşte bu nedenden dolayı, bu kadar çok dinin var olması, en azından Tanrı aleyhine bir miktar kanıt olarak kabul edilebilir.'' Fakat tersine bu problemi, çoğulcu-teist anlayışa temel kabul eden bir kesim de mevcuttur. Ateizm, agnostisizm gibi seçeneklerin en az bir dinin doğruluğuna güvenen kimseler adına makul olmadığı ortadadır. Dolayısıyla en az bir dinin doğru olduğu iddiasındaki kimseler -yazının başında da belirttiğimiz üzere- üç grupta incelenebilir. Yazımızın konusu da bu üç gruptan biri olan çoğulculuk olduğuna göre işe çoğulculuğun tanımına, tarihsel karşılığına, eleştirisi ve savunmalarına değinerek girişebiliriz.

 Yakın tarihe bakıldığında Batıda dışlayıcılıktan çoğulculuğa doğru bir evrilme gözlenenebilmektedir. Dışlayıcı tavır 1960'lara kadar Katolik ve Protestan kiliselerin çeşitli bir kısmında resmi tavır kabul edilmekteydi. Çoğulculuğun akademik manada değer kazanması 1960'lardan sonra olduğu kabul görse de tarihsel olarak çoğulcu tavrın izlerini çok daha eskilerde sürmek imkan dahilindedir. Ancak tarihteki bu çoğulcu tavır genellikle doğu dinlerine mahsus addedilir, üstelik bu tavır mistik ekollerle özdeşleştirilir. Çoğulculuk diye isimlendirilen bütün yaklaşımları içerisine alacak bir tanımlama yapmamız gerekir ise; Tanrı'nın kendisini bildirmesi bakımından ve insanları kurtuluşa erdirmek bakımından hiçbir dinin biricik veya normatif konumda olmadığı, Tanrı'nın ya da mutlağın bilgisi hususunda, insanları ilahi gerçekliğe götürmede ve kurtuluşa ermede bütün dini geleneklerin aynı olduğu görüşüdür. Dini çoğulculuğu, dini dışlayıcılık ve dini kapsayıcılıktan ayıran en temel vasıf ise onun belli bir dine diğerlerinden üstün bir makam ya da bir ölçü mertebesi vermeyerek hepsine eşit mesafede yaklaşmasıdır.



 Din felsefesinde çoğulculuk denince akla gelen ilk isim hiç şüphesiz ki İngiliz filozof John Hick'tir. ''İnançların Gökkuşağı'' kavramı üzerinden dini çoğulculuğu yeniden yapılandırmada büyük rol oynayan Hick, belirli bir din şemsiyesi altında olmaksızın başarılı bir yorum geliştirmiştir. Hick, dini çeşitlilik karşısında çoğulcu pozisyonun en rasyonel mevzi olduğunu savunurken iki temel gerekçe ileri sürmüştür: (1) Alem dini bakımdan müphemdir ve (2) dini tecrübe dini inançları benimseme hakkını temin eder ama belirli bir dini inancın doğruluğunu temin edemez. Keza farklı öğretiler barındıran dinlerin müntesipleri olan bireyler dini tecrübe yaşadığı iddiasındadır. Alemin dini bakımdan müphem olması, elimizdeki delillerin öncelikle alemi dini olarak, alemi aşan bir kutsala atıfla açıklamayı kesin olarak desteklememesi demektir. Hick, Tanrı'nın varlığı lehine kurulan argümanların hiçbirinin kesin sonuç ortaya koymadığını, alemin bir kozmos olmasının veya insanın var olmasının teizmi (evrene müdahale eden, diri bir Tanrı'nın var olduğunu savunan pozisyon) desteklediğini fakat tabiat üstü herhangi bir gücü kabul etmeyen bir yaklaşımla, yani Tanrı öznesine herhangi bir atıfta bulunmadan da, alemin açıklanabileceğini öne sürer. Hasılı alemin dini açıdan müphem oluşu; hiçbir dinin inancının, diğer dinlerin inançlarının aksine, doğru olduğunun ispatlanamaması manasındadır. Hick'in zikrettiği ikinci gerekçe ise alemden hareketle dini bakımdan farklı seçeneklerden hiçbiri, rasyonel biçimde ve zorunlu olarak ispatlanamadığına göre, dini bakımdan belirli inançlara sahip olmamızın meşruiyet zemini akıl'dan ziyade tecrübe olduğudur. Fakat William James'in de belirttiği üzere dini tecrübe bize yalnızca ''inanma hakkı''nı temin ederken inançların kesin doğruluğunu temin etmez. Alemin dini bakımdan belirsiz oluşu, inançların tecrübeye dayandığı, tecrübenin yalnızca inanma hakkı'nın temin edilmesi için yeterli olması gibi öncülleri yeryüzünde pek çok din olduğu gerçeğiyle birlikte düşünürsek Hick'e göre en iyi izah çoğulculuktur. Böylece Hick'in görüşü çerçevesinde yeryüzünde pek çok din olduğu gerçeği bir sorun olmaktan çıkmış, her birinin Gerçek'e temas çabası olarak değerlendirilmesi gerektiği tezi savunulur hale gelmiştir. Hick çoğulcu anlayışın belki de en önemli savunurlarındandır, buna rağmen çoğulcu anlayışın tarih sahnesine çıkışı Hick ile olmamıştır. Dahası, çoğulcu anlayışın sahneye çıkışı modern çağa dahi mal edilemez.

 Çoğulculuğun tarihteki izdüşümü dikkate alındığında çoğulculuk hareketinin Ortaçağ düşüncesinde kendine yer bulduğu fark edilir. Hatta sufilerin alem ve Tanrı tasavvurundan hareketle yaptıkları çoğulcu anlayışa dair gerekçelendirmeler, Hick'in gerekçelendirmelerinden daha sağlam gözükmektedir. Nitekim özellikle tasavvuf metafiziğinin en önemli iki isminden biri olan İbn Arabi düşüncesinde çoğulculuk yönünde yorumlanabilecek ifadeler mevcut olmakla beraber bu durum İbn Arabi'ye has değildir. Tasavvufi doktrinlerin temelini oluşturan ''cümle varlığın birliği ve kardeşliği'' ilkesi çoğulculuğa müsaade eden bir yapıdadır. Bundan dolayı; Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli, Mevlana, Pir Sultan Abdal gibi erenlerin hakikat'in insana içkin olduğu düşüncesi etrafında şekillenen görüşlerinde çoğulcu ifadelere rastlanır. Misalen Yunus'un ''Biz kimseye kin tutmayız/Kamu alem birdi bize'', ''Dünya benim rızkımdır/Halkı benim halkımdır'', ''Halkı gerçek sevenlere/Cümle alem kardaş gelir'', ''Yetmiş iki millete kurban ol aşık isen'' gibi dizeleri insancı-çoğulcu yaklaşımın Anadolu erenlerinde önemli bir yer teşkil ettiğini destekler niteliktedir. Elbette hakikatin kuşatıcılığı ve kapsayıcılığı görüşünün zorunlu bir sonucu olan bu dizeler, Hick'te olduğu gibi sistematik bir dini çoğulculuk vurgusu barındırmamakla beraber dini çoğulculuğu olanaklı kılacak ''birlik ve kardeşlik'' ilkelerini bize sunmaktadır. Yunus Emre dışında bir erenden örnek vermek gerekirse, ''günün bütün aydınlığı güneştendir'' prensibinden hareket eden Mevlana'nın ''Pergelin iğneli ayağı sabittir dinimde/Ama diğer ayağıyla yetmiş iki milleti dolaşırım'' sözlerindeki pergel metaforu da çoğulcu bir tez olarak değerlendirilebilir. Pergelin ayağının sabit olması bakımından bu ifadeler kapsayıcılığa yaklaşsa da, okura yansıtılmak istenen düşünce hiç şüphesiz 72 milletin (insanlığın) birliği ve kardeşliğidir. Tasavvuf büyüklerindeki bu vahdet (birlik) düşüncesi yaratılan'a sevgiyi öğütlemesi bakımından çoğulculuk için gerekli zemini sağlayabilir niteliktedir. Kezalik Hick de İbn Arabi ve Mevlana'da görülen görünüş-gerçeklik gibi ayrımların dini çoğulculuk düşüncesine kapı araladığı fikrindedir.

 Hick'e göre; çoğulculuğa yöneltilen bir eleştiriden İbn Arabi gibi Müslüman bir şahsiyetin de nasibini alması gerekmektedir. İbn Arabi'nin çoğulculuğuna değinecek olursak, İbn Arabi'nin ''arif'' terimine yüklediği anlamın çoğulculuğu kapsadığı görülür. İbn Arabi düşüncesinde, cahil ve arif olmak üzere iki farklı insan tiplemesi vardır. Cahil insan dışlayıcı olup ''öteki''yi batıl görür. Arif kimse ise iki boyutludur, zahiren (görünüşte) İslam'ı öteki dinlerden üstün tutsa da kurtuluş kapısını açık bırakır. Ancak batın boyutuyla (özünde, aslında) kendine özgü bir çoğulculuk geliştirir. Arif kimse, ''la mevcude illa hu'' (O'ndan başkası yoktur) fikrinin yansıması olarak tapılan ve ibadet edilen şeylerin suretleri değişse de özünde tapılan ve ibadet edilen kimsenin Hakk olduğunu bilir. Bu bağlamda İbn Arabi, kelime-i tevhid olarak da bilinen ''la ilahe illallah'' lafzını ''Allah'tan başka tapılacak yoktur'' şeklinde anlar. Bu anlama biçimi, surette puta da ineğe de heykele de tapılsa özünde ibadet edilen varlığın yine Hakk ve bir olduğunu öngörmektedir. Bu yönüyle İbn Arabi, bariz bir biçimde kucaklayıcı bir yaklaşım sergileyip fark gözetmeksizin her insan'a sevgi ile yaklaşan bir çoğulcu pozisyonun önemli bir savunurudur. Yine Arabi'ye göre arif ve kamil insanlar, insanları sınırlayıp sonlu yapan inanç biçimlerine bağlanmazlar. Onlar berrak ve renksizdirler, hiçbir kabın şeklini ve rengini almazlar. ''Nefsini bütün inanç biçimlerini kucaklayan bir şey olarak gör, çünkü Hakk herhangi bir bağ ile kayıtlı kalınmayacak kadar geniş ve yücedir'' öğüdüyle de çoğulculuğunu açık bir şekilde ifade eden Arabi; ''arif'in dini akidesi olmaz'' sözüyle de arifin, insanı sınırlayan öğretilere bağlı kalmadığını vurgular. İbn Arabi'den bir alıntı daha yapacak olursak, şu dizeler İbn Arabi'nin bu noktadaki görüşlerinin özeti niteliğindedir: ''Ve artık kalbim bütün suretleri kabul eder oldu/Ceylanlara otlak/Rahiplere manastır/Putlara tapınak/Hacılara Kabe/Tevrat'ın levhaları/Kur'an'ın sayfaları/Aşk dinin yolundan gidiyorum şimdi ben'' Görüldüğü üzere çoğulcu din anlayışı, Batı'ya özgü ve yeni ortaya çıkmış bir anlayış değildir. Bilakis tasavvufun kucaklayıcı kollarında gelişmiş bir düşünce tarzıdır.

 Çoğulculuğun tarihsel arkaplanına da değindiğimize göre, insanları dinlerine göre yargılamaksızın insan olmaları bakımından birleştirme kabiliyetindeki bu görüşün günümüz dünyasında da pek çok siyasi ve toplumsal soruna çözüm olabileceği unutulmamalıdır. Her dine ve daha genel bir ifadesiyle her türlü dünya görüşüne kucaklarını açan çoğulculuk, kendi görüşüne herhangi bir mutlakiyet izafe etmeden ''öteki''ni de varsayma eğilimindedir. Bu eğilim; farklı olması cihetinden zulme uğramış binlerce insanın feryat çığlıklarını, daha yüksek ses çıkararak bastırma eğilimindeki modern dünya görüşünden ziyade bir çözüm önerisidir. İnsana din ötesi bir perspektiften bakabilmeyi dini bir şekilde başarmış bir görüştür çoğulculuk, hiçbir dini mutlak görmezken her dini hak görür. Dinlerin farklı değerlerini üst bir doğru etrafında toplama çabasındaki çoğulculuk, teorik felsefede ele alınsa da neticede bir çözüm önerisi olması sebebiyle pratik etkilere de sahiptir.

Furkan Baydan

Yorum Gönder

Daha yeni Daha eski