DİNİ ÇEŞİTLİLİK PROBLEMİNE BİR ÇÖZÜM ÖNERİSİ OLARAK DİNİ ÇOĞULCULUK
Çağdaş din felsefesinde önemli bir yer tutan dini çeşitlilik problemine karşın çözüm
iddiasında bulunan görüşler, genellikle ''dışlayıcılık, kapsayıcılık ve çoğulculuk'' olmak üzere
üçe ayrılır. Bu yazımızda ele alacağımız görüş ise, toplumdaki genel kanının aksine
kurtuluşun belirli bir dinin mensuplarına özgü olmadığı iddiasındaki çoğulcu anlayıştır.
Kurtuluş için bir din esas konumda ise; bu durumda hangi dini esas alırsak alalım, karşımıza
çıkan sonuç kurtuluşa erecek olan kimselerin dünya nüfusuna nazaran azınlık durumda
olduğudur. Kurtuluşa eren insanların azınlık olması ise kurtuluş'un ne'liğini ve var olup
olmadığını, yahut daha genel bir ifade ile kurtuluş'un yaratıcısının (Tanrı'nın) merhametini
sorgulamaya yol açmaktadır. Tarihsel olarak izini süremeyeceğimiz kadar eski olan dini
çeşitlilik vakıasının temel hareket noktası da bahsi geçen sorgulamadır. 20. yüzyılın
başlarından itibaren kendine din felsefesi literatüründe yer bulmuş bir problem olarak dini
çeşitlilik, dini doktrinler arasında ciddi farklılıklar bulunduğunu dikkate alarak niçin bu denli bir
çokluğun olduğuna ve sayısı 4000'i aşan dinler arasında yalnız bir tanesinin hak olarak
görülüp diğerlerinin batıl olduğu iddiasını sürdürmenin teolojik ve ahlaki açıdan ne kadar
meşru olduğuna yönelik soruları esas alarak din kavramını yeniden değerlendirmeye
sebebiyet vermektedir. Bu bağlamda dini çeşitlilik problemi, doğruluğun ve kurtuluşun belirli
bir din ile onun mensuplarına has olduğu iddiasının Tanrı'nın adaleti ve merhameti ile
uyuşmayacağına odaklanarak ilerler.
Dini çeşitliliğe teolojik-epistemolojik olarak bakacak
olursak bu problemin bizi götüreceği nihai bir seçenek mevcut değildir. Zira dini çeşitliliği
agnostisizm, ateizm, teizm gibi görüşler adına temel sayan düşünürler vardır. Problemimiz,
niçin bir din'in hak olması gerekirken geri kalan insanların o din'e mensup olmadığı sorusu
çerçevesinde yorumlanarak ateizm'e götüren bir problem olarak dahi lanse edilir. Misalen
ateist görüşteki filozoflardan Garner, dini çeşitlilik problemi hakkındaki yazısında iddialı
ifadeler kullanarak şu pasajı bizlere sunuyor: ''Eğer (her şeye gücü yeten ve mutlak iyi bir
Varlık olarak) Tanrı var ise, bu kadar çok dinin var olması oldukça şaşırtıcı ve beklenmediktir.
Fakat eğer Tanrı yoksa, bu kadar çok dinin var olmasının şaşırtıcı hiçbir tarafı olmaz.
Görmeyi beklediğimiz şey de tam olarak budur. İşte bu nedenden dolayı, bu kadar çok dinin
var olması, en azından Tanrı aleyhine bir miktar kanıt olarak kabul edilebilir.'' Fakat tersine
bu problemi, çoğulcu-teist anlayışa temel kabul eden bir kesim de mevcuttur. Ateizm,
agnostisizm gibi seçeneklerin en az bir dinin doğruluğuna güvenen kimseler adına makul
olmadığı ortadadır. Dolayısıyla en az bir dinin doğru olduğu iddiasındaki kimseler -yazının
başında da belirttiğimiz üzere- üç grupta incelenebilir. Yazımızın konusu da bu üç gruptan
biri olan çoğulculuk olduğuna göre işe çoğulculuğun tanımına, tarihsel karşılığına, eleştirisi
ve savunmalarına değinerek girişebiliriz.
Yakın tarihe bakıldığında Batıda dışlayıcılıktan
çoğulculuğa doğru bir evrilme gözlenenebilmektedir. Dışlayıcı tavır 1960'lara kadar Katolik
ve Protestan kiliselerin çeşitli bir kısmında resmi tavır kabul edilmekteydi. Çoğulculuğun
akademik manada değer kazanması 1960'lardan sonra olduğu kabul görse de tarihsel olarak
çoğulcu tavrın izlerini çok daha eskilerde sürmek imkan dahilindedir. Ancak tarihteki bu
çoğulcu tavır genellikle doğu dinlerine mahsus addedilir, üstelik bu tavır mistik ekollerle
özdeşleştirilir. Çoğulculuk diye isimlendirilen bütün yaklaşımları içerisine alacak bir
tanımlama yapmamız gerekir ise; Tanrı'nın kendisini bildirmesi bakımından ve insanları
kurtuluşa erdirmek bakımından hiçbir dinin biricik veya normatif konumda olmadığı, Tanrı'nın
ya da mutlağın bilgisi hususunda, insanları ilahi gerçekliğe götürmede ve kurtuluşa ermede
bütün dini geleneklerin aynı olduğu görüşüdür. Dini çoğulculuğu, dini dışlayıcılık ve dini
kapsayıcılıktan ayıran en temel vasıf ise onun belli bir dine diğerlerinden üstün bir makam ya
da bir ölçü mertebesi vermeyerek hepsine eşit mesafede yaklaşmasıdır.
Din felsefesinde
çoğulculuk denince akla gelen ilk isim hiç şüphesiz ki İngiliz filozof John Hick'tir. ''İnançların
Gökkuşağı'' kavramı üzerinden dini çoğulculuğu yeniden yapılandırmada büyük rol oynayan
Hick, belirli bir din şemsiyesi altında olmaksızın başarılı bir yorum geliştirmiştir. Hick, dini
çeşitlilik karşısında çoğulcu pozisyonun en rasyonel mevzi olduğunu savunurken iki temel
gerekçe ileri sürmüştür: (1) Alem dini bakımdan müphemdir ve (2) dini tecrübe dini inançları
benimseme hakkını temin eder ama belirli bir dini inancın doğruluğunu temin edemez. Keza
farklı öğretiler barındıran dinlerin müntesipleri olan bireyler dini tecrübe yaşadığı
iddiasındadır. Alemin dini bakımdan müphem olması, elimizdeki delillerin öncelikle alemi dini
olarak, alemi aşan bir kutsala atıfla açıklamayı kesin olarak desteklememesi demektir. Hick,
Tanrı'nın varlığı lehine kurulan argümanların hiçbirinin kesin sonuç ortaya koymadığını,
alemin bir kozmos olmasının veya insanın var olmasının teizmi (evrene müdahale eden, diri
bir Tanrı'nın var olduğunu savunan pozisyon) desteklediğini fakat tabiat üstü herhangi bir
gücü kabul etmeyen bir yaklaşımla, yani Tanrı öznesine herhangi bir atıfta bulunmadan da,
alemin açıklanabileceğini öne sürer. Hasılı alemin dini açıdan müphem oluşu; hiçbir dinin
inancının, diğer dinlerin inançlarının aksine, doğru olduğunun ispatlanamaması
manasındadır. Hick'in zikrettiği ikinci gerekçe ise alemden hareketle dini bakımdan farklı
seçeneklerden hiçbiri, rasyonel biçimde ve zorunlu olarak ispatlanamadığına göre, dini
bakımdan belirli inançlara sahip olmamızın meşruiyet zemini akıl'dan ziyade tecrübe
olduğudur. Fakat William James'in de belirttiği üzere dini tecrübe bize yalnızca ''inanma
hakkı''nı temin ederken inançların kesin doğruluğunu temin etmez. Alemin dini bakımdan
belirsiz oluşu, inançların tecrübeye dayandığı, tecrübenin yalnızca inanma hakkı'nın temin
edilmesi için yeterli olması gibi öncülleri yeryüzünde pek çok din olduğu gerçeğiyle birlikte
düşünürsek Hick'e göre en iyi izah çoğulculuktur. Böylece Hick'in görüşü çerçevesinde
yeryüzünde pek çok din olduğu gerçeği bir sorun olmaktan çıkmış, her birinin Gerçek'e
temas çabası olarak değerlendirilmesi gerektiği tezi savunulur hale gelmiştir. Hick çoğulcu
anlayışın belki de en önemli savunurlarındandır, buna rağmen çoğulcu anlayışın tarih
sahnesine çıkışı Hick ile olmamıştır. Dahası, çoğulcu anlayışın sahneye çıkışı modern çağa
dahi mal edilemez.
Çoğulculuğun tarihteki izdüşümü dikkate alındığında çoğulculuk
hareketinin Ortaçağ düşüncesinde kendine yer bulduğu fark edilir. Hatta sufilerin alem ve
Tanrı tasavvurundan hareketle yaptıkları çoğulcu anlayışa dair gerekçelendirmeler, Hick'in
gerekçelendirmelerinden daha sağlam gözükmektedir. Nitekim özellikle tasavvuf
metafiziğinin en önemli iki isminden biri olan İbn Arabi düşüncesinde çoğulculuk yönünde
yorumlanabilecek ifadeler mevcut olmakla beraber bu durum İbn Arabi'ye has değildir.
Tasavvufi doktrinlerin temelini oluşturan ''cümle varlığın birliği ve kardeşliği'' ilkesi
çoğulculuğa müsaade eden bir yapıdadır. Bundan dolayı; Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli,
Mevlana, Pir Sultan Abdal gibi erenlerin hakikat'in insana içkin olduğu düşüncesi etrafında
şekillenen görüşlerinde çoğulcu ifadelere rastlanır. Misalen Yunus'un ''Biz kimseye kin
tutmayız/Kamu alem birdi bize'', ''Dünya benim rızkımdır/Halkı benim halkımdır'', ''Halkı
gerçek sevenlere/Cümle alem kardaş gelir'', ''Yetmiş iki millete kurban ol aşık isen'' gibi
dizeleri insancı-çoğulcu yaklaşımın Anadolu erenlerinde önemli bir yer teşkil ettiğini destekler
niteliktedir. Elbette hakikatin kuşatıcılığı ve kapsayıcılığı görüşünün zorunlu bir sonucu olan
bu dizeler, Hick'te olduğu gibi sistematik bir dini çoğulculuk vurgusu barındırmamakla
beraber dini çoğulculuğu olanaklı kılacak ''birlik ve kardeşlik'' ilkelerini bize sunmaktadır.
Yunus Emre dışında bir erenden örnek vermek gerekirse, ''günün bütün aydınlığı
güneştendir'' prensibinden hareket eden Mevlana'nın ''Pergelin iğneli ayağı sabittir
dinimde/Ama diğer ayağıyla yetmiş iki milleti dolaşırım'' sözlerindeki pergel metaforu da
çoğulcu bir tez olarak değerlendirilebilir. Pergelin ayağının sabit olması bakımından bu
ifadeler kapsayıcılığa yaklaşsa da, okura yansıtılmak istenen düşünce hiç şüphesiz 72
milletin (insanlığın) birliği ve kardeşliğidir. Tasavvuf büyüklerindeki bu vahdet (birlik)
düşüncesi yaratılan'a sevgiyi öğütlemesi bakımından çoğulculuk için gerekli zemini
sağlayabilir niteliktedir. Kezalik Hick de İbn Arabi ve Mevlana'da görülen görünüş-gerçeklik
gibi ayrımların dini çoğulculuk düşüncesine kapı araladığı fikrindedir.
Hick'e göre;
çoğulculuğa yöneltilen bir eleştiriden İbn Arabi gibi Müslüman bir şahsiyetin de nasibini
alması gerekmektedir. İbn Arabi'nin çoğulculuğuna değinecek olursak, İbn Arabi'nin ''arif''
terimine yüklediği anlamın çoğulculuğu kapsadığı görülür. İbn Arabi düşüncesinde, cahil ve
arif olmak üzere iki farklı insan tiplemesi vardır. Cahil insan dışlayıcı olup ''öteki''yi batıl görür.
Arif kimse ise iki boyutludur, zahiren (görünüşte) İslam'ı öteki dinlerden üstün tutsa da
kurtuluş kapısını açık bırakır. Ancak batın boyutuyla (özünde, aslında) kendine özgü bir
çoğulculuk geliştirir. Arif kimse, ''la mevcude illa hu'' (O'ndan başkası yoktur) fikrinin
yansıması olarak tapılan ve ibadet edilen şeylerin suretleri değişse de özünde tapılan ve
ibadet edilen kimsenin Hakk olduğunu bilir. Bu bağlamda İbn Arabi, kelime-i tevhid olarak da
bilinen ''la ilahe illallah'' lafzını ''Allah'tan başka tapılacak yoktur'' şeklinde anlar. Bu anlama
biçimi, surette puta da ineğe de heykele de tapılsa özünde ibadet edilen varlığın yine Hakk
ve bir olduğunu öngörmektedir. Bu yönüyle İbn Arabi, bariz bir biçimde kucaklayıcı bir
yaklaşım sergileyip fark gözetmeksizin her insan'a sevgi ile yaklaşan bir çoğulcu pozisyonun
önemli bir savunurudur. Yine Arabi'ye göre arif ve kamil insanlar, insanları sınırlayıp sonlu
yapan inanç biçimlerine bağlanmazlar. Onlar berrak ve renksizdirler, hiçbir kabın şeklini ve
rengini almazlar. ''Nefsini bütün inanç biçimlerini kucaklayan bir şey olarak gör, çünkü Hakk
herhangi bir bağ ile kayıtlı kalınmayacak kadar geniş ve yücedir'' öğüdüyle de çoğulculuğunu
açık bir şekilde ifade eden Arabi; ''arif'in dini akidesi olmaz'' sözüyle de arifin, insanı
sınırlayan öğretilere bağlı kalmadığını vurgular. İbn Arabi'den bir alıntı daha yapacak olursak,
şu dizeler İbn Arabi'nin bu noktadaki görüşlerinin özeti niteliğindedir: ''Ve artık kalbim bütün
suretleri kabul eder oldu/Ceylanlara otlak/Rahiplere manastır/Putlara tapınak/Hacılara
Kabe/Tevrat'ın levhaları/Kur'an'ın sayfaları/Aşk dinin yolundan gidiyorum şimdi ben''
Görüldüğü üzere çoğulcu din anlayışı, Batı'ya özgü ve yeni ortaya çıkmış bir anlayış değildir.
Bilakis tasavvufun kucaklayıcı kollarında gelişmiş bir düşünce tarzıdır.
Çoğulculuğun tarihsel
arkaplanına da değindiğimize göre, insanları dinlerine göre yargılamaksızın insan olmaları
bakımından birleştirme kabiliyetindeki bu görüşün günümüz dünyasında da pek çok siyasi ve
toplumsal soruna çözüm olabileceği unutulmamalıdır. Her dine ve daha genel bir ifadesiyle
her türlü dünya görüşüne kucaklarını açan çoğulculuk, kendi görüşüne herhangi bir
mutlakiyet izafe etmeden ''öteki''ni de varsayma eğilimindedir. Bu eğilim; farklı olması
cihetinden zulme uğramış binlerce insanın feryat çığlıklarını, daha yüksek ses çıkararak
bastırma eğilimindeki modern dünya görüşünden ziyade bir çözüm önerisidir. İnsana din
ötesi bir perspektiften bakabilmeyi dini bir şekilde başarmış bir görüştür çoğulculuk, hiçbir
dini mutlak görmezken her dini hak görür. Dinlerin farklı değerlerini üst bir doğru etrafında
toplama çabasındaki çoğulculuk, teorik felsefede ele alınsa da neticede bir çözüm önerisi
olması sebebiyle pratik etkilere de sahiptir.